Tartışma, devrimci Mustafa Lütfi Kıyıcı ile yazar Gün Zileli ekseninde sosyal medyada yaşandı.
Can Şafak tarafından yayına hazırlanan, Adalı Yayınları’ndan çıkan Bingöl Erdumlu’nun anılarından oluşan, “Altıncı Süit – Bingöl Erdumlu Kitabı”nı okumaya başladığını Facebook hesabından paylaşan Mustafa Lütfi Kıyıcı, Erdumlu’yu işbirlikçilikle suçladı.
Kıyıcı paylaşımında şu ifadelere yer verdi:
“Bingöl Erdumlu’nun kitabı ‘Altıncı Süit’i aldık, okumaya başladık. İtirafçılar çizgisinde olduğu için Ada’da görüşmemiştik… Okuduktan sonra tabii ki yorumlarımı yazacağım… Cezaevi günlerindeki generaller ile uzlaşma itiraflarını Selçuk Şahin Polat da 2007’de anılarında yazmıştı… Bingöl Erdumlu tekzip edebilirdi… Bizler de o günlerin tanıklığını yapmıştık ayrıca, Bingöl ‘ün tanıklığına da bakmak gerek.”
Yazar Gün Zileli, Kıyıcı’ya tepki göstererek şöyle yanıt verdi:
“Bu ne acele Mustafa. 50 yıl bekledin de kitabı okuduktan sonra yazmak için 5 gün bekleyemedin mi? ‘İtirafçı çizgisinde olduğu için…’ demişsin. Bu çok ağır bir itham. Oysa kitapta Bingöl o generalle görüşmesini de anlatıyor. O general bile kendisiyle görüşen Bingöl’ün ‘itirafçı’ olmadığını anlamış ve ona göre davranmış ama sen hâlâ anlayamamışsın. Bingöl, asla itirafçı olamayacak karakterde bir devrimciydi ve sonuna kadar da öyle kaldı. Kitabında da anlattığı gibi, o dönem bence biraz paranoyakça bir paniğe kapıldıkları açık. Bu başka bir eleştiri konusudur ama ‘itirafçı’ yaftasını kolayca yapıştırarak değil, asla değil. Ömrünü bu davaya adamış bir devrimciye, bir kültür insanına karşı böyle bir laf ettiğin için özür dilemeni beklemek hakkımız.”
Tartışmaya katılan diğer kullanıcıların yaptıkları yorumlar ise şöyle:
– Arslan Kılıç: “Küreselleşme liberalliği yıllarında ‘cuntacılık’ suçlaması ve ‘asker ilişkisi’ her türlü dönekliğin sözüm ona meşru mazereti oldu. Bunlara göre ‘devrimci’ olmak için asker, subay değil ‘sivil’ olmak gerekiyordu. Oysa, başta Türk devrimi olmak üzere, başarıya ulaşmış bütün devrimler, askerin devrimcileşmesi ile zafere ulaşmışlardı.”
– Musa Doğan: “NATO, ABD emperyalizminin vurucu gücüdür. Türk ordusu, NATO tarafından kontrol ve dizayn ediliyor. ‘Bomba davası’ kitabını okursanız orada görürsünüz. Yazarı bir albaydır. 1972-1980 darbelerini yaptı. Mağdurları kimdi? Amerika’ya ve Avrupa’ya karşı mı yaptılar? Yüzlerce insanın, devrimcinin kanına girdiler. 500 bin insan işkenceli sorgudan geçti. Yıllarca sıkıyönetim mahkemeleri ceza yağdırdı. 20 Devrimci asıldı. Bunları yapan küçük bir grup muydu yoksa devasa bir kurum olan Silahlı Kuvvetler miydi.”
– Arslan Kılıç: “Kendimden söz etmeyi sevmem ama mecbur bıraktığın için söylüyorum: Her iki askeri darbede de (12 Mart, 12 Eylül) yıllarca hapis yatmış biriyim. Her iki darbe de aynı zamanda Türk ordusuna darbedir. 12 Mart’ta ordudan devrimci oldukları için 650 subay atıldı, 500’ü yargılanıp ceza aldı. Bunlar, tümgeneralden teğmene kadar olan rütbelerden subaylardı. Hemen hepsi ile hapis yattım. 12 Eylül’de bu rakam 800’ü buldu. Bu gerçekler bir takım kulaktan dolma liberal hurafeler ve ezberlerle açıklanamayacak Türkiye gerçekleridir. Türkiye’de NATO’ya karşı en etkili karşı çıkışlar, ordunun içinden gelen karşı çıkışlar olmuştur. Mahir Çayan, Deniz Gezmiş, kendilerini yargılayan ordunun NATO bağlantısını bildikleri kadar, bu gerçekleri de bilen ve yaşayan devrimcilerdi. O yargılamalarda mahkemede yanı başlarındaki sandalyelerde genç sosyalist subaylar da oturuyordu. Bir eylemin içinde asker görünce kırmızı görmüş İspanyol boğası gibi ‘cuntacılık’, ‘darbecilik’ vb. diye yaftalarla saldırıya geçmek, liberal gericiliğe özgüdür.”
– Musa Doğan: “Bu sözlerin Ordu’yu, Silahlı Kuvvetleri aklamaya ve kavram kargaşası yaratmaktan ibaret. ‘Devlet hakim sınıflarının baskı ve sömürü aracıdır.’ – Lenin. Devletin en büyük gücü Ordu ve silahlı güçleridir. Siz ‘bomba’ davasını, Turan Ağabeyi, 9 Mart 1972’yi, devrimci subayları, Doğan Avcıoğlu grubunu tekrar okuyun. 30 küsur sene önce kendisinin panellerine katıldım, şunu dedi: ‘Silahlı kuvvetler NATO’nun kontrolünde ve emrindedir!”
– Mustafa Lütfi Kıyıcı: “Arslan Kılıç seni tanıyan tanıyor. Kişinin kendini anlatması her zaman zor bir olaydır. Ancak bazen gerekli oluyor.”
– Musa Doğan: “Cehaletle uğraşmak zor. Sosyal medya iletişim ve haberleşmede sağladığı devasa imkanlar yanında, bilgisiz bilgiçlerin, kulaktan duyma öğrendikleri ama diğer boyutlarından bihaber oldukları gerçek (burada devlet ve ordu) konusunda ahkam kesmelerine fırsat da veriyor. Örneğimize dönelim. Devlet, tarihsel olarak egemen sınıfın baskı ve sömürü aracıdır. Ama hiçbir devrim devletsiz ve ordusuz olmaz. Devletsizlik ve ordusuzluğa bile ancak devlet ve ordu ile varılır. Devrimin devlet ve ordusunun temelleri, yıktığı devlet ve ordunun içindedir. Cehaleti meziyet bellemeyin. Adlarını bir yerlerden duyduğun Talat Turan o NATO ordusunun içinde yetişmiş devrimci bir subaydı. Doğan Avcıoğlu ise Jön Türk devrimciliğinden Kuvayı Milliye devrimciliğine sosyalizme uzanan Türk devrimciliğinin seçkin devrimci aydınlarındandı. Devletin ve ordunun ne olduğunu en iyi bilen devrimcilerdi.”
ABDÜLHAMİD DETAYI
Bingöl Erdumlu ile vefat etmeden bir ay öncesi tanıştığını ve görüştüğünü belirten bir kullanıcısı ise şöyle yazdı:
“Siz Erdumlu musunuz’ dedim. Evet derken hafif bir gurur sezinledim ama ne yazık ki durum da benim naif yaklaşımımki gibi değilmiş. Kazın bir ayağı sözü bile az gelir. Bunlar bir tayfa. Siz daha iyi biliyorsunuz, cezaevinde sıkı yönetim komutanı (Faik Türün) olacak galiba. İdam almamak için görüşmüşler. Abdülhamid’i öven bir yazı yazmışlar, bir kısmı namaz kılmaya, Kuran okumaya kadar gitmiş. Ne kadar, doğru ya da yalan bilemem. Elimde kanıt ve yazılı belge yok ama şunu çok iyi biliyorum. Mahir’e ihanet eden çetenin başında Yusuf Küpeli vardı.”
KİTABIN TANITIM YAZISI
“Altıncı Süit – Bingöl Erdumlu Kitabı emek tarihi yazarı Can Şafak’ın Bingöl Erdumlu ile yaptığı bir nehir söyleşi. Bingöl Erdumlu’nun dünyaya gözlerini açtığı 26 Eylül 1944’ten Büyükada’da bizlere sonsuza kadar veda ettiği 19 Ağustos 2022’ye kadar dopdolu geçen hayatının bütününü ele alıyor. Kendi ifadesiyle ‘hem zaman içinde ve hem de mekân olarak da yayılmış bir hayat…”